Hayat Hikayesi 2021-05-05T16:16:25+03:00

Hayat Hikayesi

Yıl 1917, yirminci yüzyılın başları, bundan bir asır önce… Dünya top yekûn kara bulutlar içinde.

Sonraları “centilmenler savaşı” diye adlandırılan Çanakkale’deki o felaket günlerin ağırlığı bu topraklar üzerinden henüz kalkmamış, başkent İstanbul’un bir yıl sonra işgaline yol açacak günler yaşanmakta…

İstanbul’lu o günlerin havası içinde; günün birinde saltanatın ortadan kaldırılacağı, siluetinin değişeceği o güzelim şehrin şose yumağı ile beton yığını haline geleceği, boğazın ve şehrin üzerine üç köprünün asılacağı, yer altından elektrikle çalışan şimendifer geçeceği, üç tayyare meydanının güzelliği yararak inşa edileceği konularını tahmin bile edecek morale sahip değildi.

Cahillerin yere göğe koyamadığı Abdülhamit‘in bile fark edip işaret ettiği Mustafa Kemal‘i, “çekemediğinden sevmeyenlerinin” yine çok olduğu bir başka dönemdi.

Yaşam devam ediyordu…

Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un Paşabahçe’sinde, Çubuklu Caddesi 10 numaradaki o vakitler “köşk” denilen villada, miladi takvimin Kasım ayının 14’üne düşen (hicri: 29 Muharrem 1336, rumi: 14 Teşrinisani 1333) Çarşamba günü Ahmet Muhtar’ın eşi Fatma Düriye’nin sancıları ile bir hareketlenme yaşanır. “Tekne kazıntısı” diye adlandırılan beşinci çocuk Velit dünyaya gelmektedir.

Henüz soyadı kullanılmadığı için Velit Ahmet diye anılır. Bir de göbek adı vardır Mahmut, ama kullanılmaz fazlaca.

Osmanlı’ya vezirlik yapmış bugün Üsküdar’da Sinan tarafından yapılmış cami, kütüphane ve mezarı bulunan Şemsi Paşa ailenin atalarındandır. O devirdeki Tarihçi Ali’nin iddia ettiği söylenen, ama bir türlü kanıtlanamayan, soy kütüğünün Halit bin Velit’e kadar uzanmış olması rivayeti, Ahmet Muhtar’ı da oğullarını Halit ve Velit olarak adlandırmaya yöneltmiş olabilir.

Velit’in doğumunda babası bulunamaz. Doğumdan kısa bir süre önce baba Hacı Ahmet Muhtar, Budapeşte’ye ziraat eğitimi için gönderdiği büyük oğlu Halit’in arkadaşı Münir Nurettin Selçuk’tan, oğlunun “daüssıla” yani vatan hasretinden depresyon geçirdiğini ve babasının gelmesini istediğini anlatan bir mektup almıştı. Evladının durumuna üzülen Ahmet Muhtar da derhal soluğu Budapeşte’de alır.

Germiyanoğulları’ndan Münir Nurettin ile İsfendiyaroğulları’ndan Halit’in kaldıkları evin kapısı, mektubu gönderen Münir tarafından açılır.

Halit iyi mi?

Ahmet Bey amca, merak etmeyiniz mahdumunuz Halit iyice. Sizi görünce eminim daha da iyi olacak… Ne iyi ettiniz gelmekle…” diyerek telaşla buyur eder içeri.

O dönem gençliğinin henüz tanışmadığı Yeşilçam filmlerinde söylendiği zarif vurgularla, aralarında geçen benzeri bir konuşma ardından, “robe de chambre” içinde yatağına uzanmış, dönemin çok satanlar listesinden bir aşk romanı yanına düşmüş, gayet sağlıklı bir vaziyette şekerleme yapmakta olan Halit‘in odasına gidilir.

Gördüğü manzara karşısında, odadaki bulunan mobilyalar arasından sağ arka bacağı hafif tıkırdayan tahta iskemleye adeta çöker Ahmet Muhtar ve henüz yıkamaya fırsat bulamadığı elleriyle sakalını sıvazlar.

Önce evde doğum arifesinde bıraktığı karısının durumunu düşünür. Biri evli kocaman üç kızı, evin yardımcısı Ulviye ve doğum doktoru damadı Saip Özer sayesinde gözü arkada değildir, şükreder. Daha sonra şöyle tavana, akabinde de çocuklara bakar ve o an “fe bi eyyi alai” diye başlayan Rahman suresini okumak içinden gelir.

Gördüğü şey aslında onu pek fazla hayrete düşürmemiştir zira Halit evladıdır, onu iyi tanımaktadır. Çapkınlıkta henüz baba eline su dökemeyecek olduğunu ama ileride boynuzun kulağı da geçeceğini tahmin edebilmektedir. Büyüdüğünde Velit’in de diline yerleşecek olan, “soydur çeker, bokdur kokar” aile deyişini geçirir içinden.

Halit ile Münir ellerindeki paranın bitmesi sonucu akıllarına gelen bu senaryoyu uygulamaya koymuşlardır. Tabi yufka yürekli Ahmet Muhtar, oğlu ve arkadaşına hafif yollu kızar. “Ahmet Muhtar kimmiş ben size gösteririm…” diye içinden geçirip, daha delikanlılar şaşkınlık ve sessizlik içindeyken; “madem öyle haydi eğlenmeye gidelim birlikte” diyerek onları sudan çıkmış balık gibi şoka sokar. Böylece, eğlenmelerini sağlayıp üzüntülerinden sıyrılmalarına yardımcı olmaktır amacı. Bazen duyarız “nerede o eski babalar” diye. Bu laf kesinlikle Ahmet Muhtar‘ı Halit sayesinde tanıyanlarca söylenmiş olmalıdır.

Yazık ki o dönem Budapeşte’sinde pür heyecan gidilen yerlere ait elde kanıt yoktur. Yıllarca ailede “masum bir kulüp, mu lüp” diye geçiştirilmiştir ama ne tarz kulüptür bilinmez…

Sabahın erken saatlerinde eve döndüklerinde gelen telgraf haberi ise onlara Velit’in doğumunu müjdeler. O gece bir kutlama daha yaptıklarına dair bir bilgi olmasa da bu konudaki deneyimler kesinlikle böyle bir şeyin atlanmayacağını göstermektedir.

Ahmet Muhtar, aileleri tarafından zorla ziraat eğitimi almaları istenen bu iki gencin başarılı olamayacaklarını o eğlendikleri ortamlarda anlayınca, 1917 sonu gibi her ikisini de yanına katarak İstanbul’a döner. Bu işten Velit’in payına Macaristan’dan getirilen ve keyfini süreceği bir puset düşer.

Ablası Banu o doğduğunda evliydi. Kısa bir süre sonra Saide ve birkaç yıl sonra da Vahide evlenecekti. Velit, onların kendisinden birkaç sene sonra doğan çocuklarıyla beraber büyümüş, annesi Düriye’de, kardeşleri ile ilgilenen ablalar sayesinde, hayır kurumlarında vakit geçirir olmuştu. Yeğenlerine olan kardeşçe sevgisi, ileride kendi çocuklarının onlara yeğen/kuzen diye hitap etmeleri yerine hala/amca demelerini sağlayacaktı.

Ahmet Muhtar ve ailesi 31 Mart vakasının olduğu (14 Nisan 1909) zamana kadar, nüfus kütüklerinin de kayıtlı olduğu Cağaloğlu, Cezeri Kasım Paşa’da günümüzde yemesi içmesiyle meşhur Hocapaşa civarında bir konakta oturmaktaydı. Olayın olduğu gün eşi Düriye çok korkmuştu. Bu sebeple aile alelacele Paşabahçe’ye taşındı. Velit’in doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Paşabahçe ise o vakitler sahili fazlaca kalabalıklaşmamış, bu toprakların muhtelif değerlerini bir araya getirebilmiş İstanbul’da sakin bir yöre idi.

Yıllar sonra siyah beyaz televizyonun ülkede yaygınlaşmaya başladığı dönemdi. Ekranda bir Yeşilçam filminde birden beliren, sağlı sollu merdivenlerle ana kapıya ulaşılan hafif yüksekçe giriş kapısını gördüğü bina için Velit, “yahu bu bizim Paşabahçe’deki eski köşk” diye hayret nidası atacaktı. Film süresince gözleri buğulu, çocukluk dönemine ait anılarına dönecekti. Arkadaşı Haluk Aktin ile bindikleri motosiklete yokuşta hâkim olamayıp komşu ev halkı sofradayken evin içine nasıl girdiklerini, başka bir gün komşu kadının mutfakta duran baklavayı karanlıkta gizlice yemek isterken çekmeceden aceleyle fark etmeden aldığı iri servis çatalını damağına batırdığında attığı çığlığı, kendi çocuklarına o gün kahkahalar içinde anlatmıştı.

Ahmet Muhtar, savaş yıllarının iktisadi darbesinden yara aldığında, arazinin bir kısmını Hulki Bey’e satmıştı. Bu bölümde yıllar içinde ispirto fabrikası inşa edilecektir. Babalarının vefatından sonra aile, köşkün bir kısmını daha komşu ispirto fabrikasına satacaktı. Kalan kısmı da Düriye’nin vefatını takiben elden tamamen çıkacaktı. Günümüzde ise bulunduğu arazi, üçüncü köprü altında lansmana özel faturalandırılacak denize nazır “rezidansların” yükseleceği bir alana dönüşmeyi beklemekte.

O zamanlar Beykoz’un Paşabahçe’sinde denize yatık büyümüş, insanların denize atlamak için iskele niyetine kullandıkları bir ağaç vardı. Ağaçtan ayağı kayarak denize düşüp boğulma tehlikesi geçirenlere de, “madem yüzme bilmiyordun ne diye çıktın ağaca” denilirdi. Gereksiz cesaret gösterilerinde bulunanlara söylenen bu deyiş ileride Orhan Veli’nin dizelerine taşınacaktı.

Velit, henüz çocukken güneşli yaz günlerini boğazın o kıyısında, “mırnav” isimli paddle boat dediği ufak kayığında kürek çekip çok sevdiği, “gemilerde talim var” türküsünün melodisini mırıldanarak geçirirdi. Zira sesi, sabah namazından sonra avluda ev halkını uyandırmak için aryalar söyleyen “hacı” babasının sesi kadar henüz gelişmemişti.

Velit’in çocukluğu babasının maddi sıkıntı içinde olduğu döneme gelir. Diğer tüm kardeşleri babalarının varlıklı olduğu dönemi yaşamış ama Velit ne yazık ki o günleri hiç görememişti. Manen huzurlu ve sevgi dolu aile ortamı tüm zorlukları atlatmada ona yol gösterici olmuştu.

Girişimci bir yapıya sahip Ahmet Muhtar gençliğinde deniz taşımacılığında çok kazançlı bir gelecek görmüştü. Okuyan ve inceleyen bir kişiliği olduğundan, bu ilgisi atası olan İsfendiyaroğulları’nın yönetimindeki Kastamonu, Samsun, Sinop gibi yörelerde, önceden Ceneviz’lilerce geliştirilmiş, deniz ticareti tarihini incelemesine dayanıyordu.

Osmanlı yönetiminde yer almış ecdadından olan devlet adamlarının herhangi bir desteği olmadan “Avni Hüda” isimli kömürlü bir gemi ile başlar ticarete. Cam üzerine banyo edilmiş bu geminin fotoğrafı, Velit’in oğlu, adaşı da olan, torunundadır. İkinci bir gemi de kazançların birikimiyle gelir.

O günler; etrafı sularla çevrili ve geçmişinde kaptan-ı deryalar ile Akdeniz’i göl yapmış cihannüma imparatorluğun donanmasının, sultana darbe yapması sebebiyle, Haliç’te çürümeye terk edildiği günlerdi.

Ahmet Muhtar, bulabildiği Yunanlı kaptanlarla gemilerini seyrüsefere gönderebiliyordu. Çanakkale’de boğazın kapanmasıyla, seyir halindeki kaptanlar, savaş koşullarındaki deniz hukukunu uygular, gemilere el koyup dümeni kırdıkları Pire limanına bağlanırlar. Ahmet Muhtar tüm servetini kaybetmiştir. Altı dil konuştuğu söylenen, hatta tutuklandığı İstanbul’un işgalinde esirlerin arasından alınıp “hadi evine git” denilecek kadar da güzel Rumca konuşabilen Ahmet Muhtar, kalkıp Yunanistan’a gider. Devlette üst düzeyde görevli olan ve Galatasaray’dan eski okul arkadaşları aracılığıyla gemilerini talep eder. Dostluk hatırına binaen kendisine sadece o devirde pek de değeri olmayan Yunan devlet tahvillerinden verirler. Eve bir tomar tahville geldiğinde oğlu Halit, “baba bunlar bir işe yaramaz” diyerek sobaya atar. Savaştan sonra değerlenen bu tahviller için yapılacak muhtemel tahsilat, daha o gün kül olmuştur.

Ailenin erkekleri hep Mekteb-i Sultani ’de (Galatasaray) okumuştu. İlk mezunlardan olan Ahmet Muhtar servetini kaybedince aynı yıl, öğretmen olan ağabeyinin ani kalp krizi geçirerek vefat etmesi sonucu, öğretmen arayışında olan kendi okulunda Fransızca derslerine girerek ailesine gelir sağlamaya çalışır. Aynı zamanda Osmanlı Hariciyesinde de tercümanlık yapar.

Osmanlı İmparatorluğunun son zamanında doğan küçük Velit, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından bir yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin, Paşabahçe 39. İlk Mektebi’nde okula başlamış 1929 Haziran’ında mezun olmuştu. Harf devrimi öncesi başladığı okulda önce eski sonra yeni alfabeyi öğrenecekti. Hayatının ileri safhalarında belki kendisini rahat hissetmesinden, belki de etrafındakilerin okumasını istemediği notları hep eski Türkçe ile yazardı.

İlköğretim sonrası öğreniminde, Galatasaray’dan indirimli olarak okuma hakkına sahip olmasına rağmen, baba Ahmet Muhtar bunu kabul etmez. Bu karar ile ailenin erkekleri gibi Galatasaray’lı olma ayrıcalığını yaşayamaz Velit. Saide ablasının eşi Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver) bulduğu mali destekle 1935 Haziran’ında tamamlayacağı orta öğrenimi için Robert Akademi’ye başlar.

Soyadı kanunun çıkması sırasında Düriye; kendi kökenlerinin geldiği Kısakürek soyadını kocasının teklif etmesine rağmen, istemez. Bunu üzerine, Oğuz boylarından 24 tanesinden biri olan ve Misis, Adana, Tarsus yöresine yerleşmiş Yüreğir boyundan Ramazanoğulları ile dedesi Maliye Nazırlığı ve Viyana Büyükelçiliği yapmış Ahmet İtisami‘nin bağlarını düşünen Ahmet Muhtar, Yüreğir soyadını alır. Velit Ahmet artık Velit Yüreğir olmuştur. İhzari, yani yeni adıyla hazırlık sınıfında Yüreğir olan soyadı ile başlar. Babası, İsfendiyaroğulları beyliğinden Kızıl Ahmet’e dayanan soylarına daha uygun düşer görüşü ile bir süre sonra bunu İsfendiyar olarak değiştirir. Bu işlemin hukuki ve bürokratik yönü aileyi çok bunaltmamış olmalı ki nasıl yapıldığından hiç bahsedilmezdi.

Velit; Yüreğir olarak girip İsfendiyar soyadıyla Robert Kolej diye bilinen İstanbul Amerikan Koleji’nden Temmuz 1939 yılında makine mühendisi olarak mezun olur.

Okulda faal bir öğrencilik yapan, “hoca” veya “sarı imam” lakaplı Velit, Talebe Reisliği de yaparak babasının ona verdiği, “baş ol da istersen soğan başı ol” öğüdünü tutmaya başlar.

Mezuniyetinden 25 yıl sonra, 16 Mayıs 1964’te bir araya geldiği arkadaşlarına, öğrencilik günlerinde yaşadıkları ülke koşullarını çizip, aldıkları eğitimin onlardaki izlerini özetleyen hatırlatıcı bir konuşma yapar ve aralarında olamayanları da anmalarını hatırlatır.

Din konusunda; hacı olmuş babasından gördüğü gibi gösterişten uzak inanca sahip Velit, hayatı boyunca her sabah sessizce dua okumadan evinin kapısını açmamış, bayram namazlarını ve oruç tutmasını da belli bir yaşa kadar hiç atlamamıştı. Bilgisiyle yoğurduğu Tanrı bilinci ve sevgisi onu taassup ve bağnazlık bataklığından hep uzak tutmuştu. Okuldaki lakabı ise; Talebe Başkanlığında imamın yokluğu nedeniyle toplu bir namazı kıldırmaya mecbur kalmasından geliyordu. Beş vakit namazını kılmazdı ama tüm gün tekâmül etmeye ve nefsine hâkim olmaya çalışarak iyi ve örnek insan olma yolunda çabalarından uzaklaşmazdı.

Babasının mühendis olmasını istemesi yaşamında bir dönüm noktasıdır. Ağabeyinin bir baltaya sap olamamasına üzülen babasını kırmamak için istemeden mühendislik okur. Hâlbuki o, atalarının yolundan gitmek istiyordu. Babasının dedesi, Osmanlı’da Maliye Nazırlığı ve Hazine-i Hassa Nazırlığı yapmıştı. Osmanlının Viyana Sanayi Fuarına katılması döneminde Ahmet İtisami kısa süre de olsa (1843-44) Osmanlı’nın Viyana Büyükelçisi olmuştu. O dönemden kalan evdeki zarif anı eşyalar ve dilden dile nakledilen, dedenin yakışıklılığıdır. Karşısında bir barbar bekleyen dönemin Avusturya Kraliçesinin, “sizin geleceğinizi bilseydim Türkçe öğrenirdim” diye kur yaptığı anlatısı, hayallerini yönlendiriyordu. Bunlardan kaynaklanan bir duygu ile hariciyeci olmayı düşlemişti. Kaderinin ona açtığı yolda ise o, meslek yaşantısında bir hariciyecinin gidebilmeyi tercih edeceği ülkelere hep gitme ve ülkesini temsil etme fırsatını bulacak, mesleğini sevecek ve sevdirecekti. Gariptir ama doğumunda babası ve ağabeyinin kutlama yaptığı Budapeşte’yi hiç görmeyecekti. Gitmek istedi mi, bilinmez…

Makine mühendisi olarak mezun olduğu Robert Kolej’den sonra 2 Eylül 1939 ile 29 Ağustos 1940 arasında Adapazarı Demir ve Tahta Fabrikası’nda meslek hayatına 110 Lira aylıkla başlamıştı. Daha sonra 01 Eylül 1940 ile 04 Aralık 1942 arası yedek subaylığında Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü’nde ve Demir Çelik Fabrikaları’nda makine mühendisi olarak çalışmış ve epey deneyim elde etmişti.

Terhisinden sonra 1 Şubat 1943 yılında 300 Lira ücretle Türk Hava Kurumu Uçak Fabrikası’nda çalışmaya başlayan Velit, mesleğinde daha da ilerlemek için yurt dışında lisansüstü derece çalışması yapma ihtiyacı hisseder, bunun için hem üniversite hem de mali kaynakları araştırmaya başlar. Önceki birikimleri ona bu eğitimine başlamak için yardımcı olabilecekken, ağabeyinin borçlarını ödemek ona düşmüş ve varını yoğunu elinden çıkartmıştı. Neyse ki çalıştığı Türk Hava Kurumu ona burs verir ve Michigan Üniversitesi’nden lisansüstü çalışmalarına kabul edilir.

İkinci Dünya Savaşında, denizlerde Nazi denizaltılarının cirit attığı günlerde, İstanbul limanından Ekim 1944 de yola çıkar. Önce Mısır’a oradan da donanma gemi konvoyları eşliğinde Akdeniz’i geçip Amerika’ya gidecek bir gemiye biner. Yolculukta mürettebat hariç 92 canlı vardır. Bunlardan on ikisi insan, kalanı da kargo bölümünde bulunan maymunlardır. Yol uzundur, kargo bölümü dışındakilerin tamamı eğitime giden arkadaşlar olarak o savaş döneminde biraz gergin ve tedirgin de olsa yine de keyifli bir seyahat yaparlar.

Michigan, Ann Arbor’da, bugün hala duran, 954 Greenwood adresindeki iki katlı genellikle öğrencilerin kaldığı evde yaşamaya başlar.

Amerika’da olduğu süre içinde önce, hızlı ve çapkın bir yaşantısı olan iki çocuk babası 53 yaşındaki ağabeyi Halit’i ve bir süre sonra da şarbon hastalığına yakalanan babasını kaybeder. Uzun yol, savaş şartları ve maddi durumu onların bu son yolculuklarında bulunmasına izin vermez.

Michigan Üniversitesi’nden 20 Ekim 1945 tarihinde yüksek mühendis diplomasını alır. Bu dönem içinde 02 Temmuz ile 20 Ekim 1945 devresinde haftada 12 saat çalışma için 1 Dolar 1,55 Lira değerde iken 100$ ücretle çalışır. Daha sonra kendisinden Amerika’da kalmasını isteyecek, ama olumsuz cevap vereceği, Prof. Walter E.Lay yanında talebe asistanlığında bulunur.

Michigan, Ann Arbor’daki First Presbyterian Kilisesi’nde 11 Şubat 1945 Pazar akşamı İslam dini hakkında, “Mohammedanism” başlıklı bir konuşma yapar. Hoşgörülü vaiz James Van Pernis kendilerini aydınlattığı için teşekkür yazısı gönderir.

Mesleki incelemelerde bulunmak için, Hoover Ball & Bearing, American Broach & Machine, The Warner & Swasey, The Crobalt Inc. Micromatic Hone, Ex-cell-o, Jack & Heint Precision Ind. Inc. National Twist Drill & Tool ve Ford Motor firmalarına da ziyaretler yapar o dönem içinde. Ford firmasındayken bir gün yere yığılır ve tesadüfen yüksek tansiyon hastası olduğu ortaya çıkar. O olaydan sonra yanında hep tansiyon hapı taşır.

Detroit, Michigan’da Shreve, Anderson & Walker da 1,30$/saat ücretle 19 Kasım ile 30 Mart 1946 arası 4 ay, Skinner Motors Inc.’de de yine aynı saat ücreti karşılığı kısa bir süre çalışmıştı. 01 Nisan ile 15 Eylül 1946 arası 5 ay ve Cleveland, Ohio’da uçak, gemi ve tank parçaları üreten ve 1985 de üretime son veren Warner & Swasey Co. da 22 Temmuz ile 02 Ağustos 1946 arası da kısa bir mesleki staj yapmıştı.

Velit’in o yıllarda sigaraya olan düşkünlüğü, ABD’de yaptığı mesleki inceleme ziyaretlerinden birinde çekilen firmanın dergisine verdiği pozda görülmekte. Pipo denemesi de olmuş o yıllarda ama sigarayı tercih etmişti. 70’li yılların başlarında yaşanan sigara bulma sıkıntılarından bunalıp bir yılbaşı gecesi tamamen bırakmıştı.

1946 Kasım ayında Türkiye’ye döner ve Ankara, Gazi’deki THK Motör Fabrikası’nda 400 Lira ile 01 Aralık 1946 da çalışmaya başlar. İmalat Dairesi Müdürlüğü yapmaktadır. Aynı dönemde 30 Lira ücretle Ankara Ziraat Alet ve Makinaları İhtisas Okulu’nda ders de verir. Bu dönemde ev adresi; Selanik Caddesi 52/3, Yenişehir’dir. 20 Mayıs 1952 de fabrika MKEK’na devredilirken ücreti 750 Liraya yükselmişti. Fabrika devredildikten sonra Motör Fabrikası Ticaret Müdürü olarak 31 Temmuz 1954’e kadar -enflasyonun ne olduğu vatandaşlarınca pek bilinmeyen ülkede- aynı ücretle görevine devam eder.

O yıllar ülkenin çok partili rejimle tanışma zamanlarıydı. Kastamonu vilayetinden vekil adaylığını kendisine uygun gören ablasının kocası Demokrat Parti Gaziantep milletvekili Dr. Saip Özer, partiye Velit’i kayıt yaptırmak istemektedir. Onun adına müracaat formunu hazırlar partinin Çankaya ocağına verir. 07 Şubat 1955 tarihli toplantıda bu müracaat kabul olur, ancak Velit belgesini almak için partiye gitme konusunda hep bir bahane bulur. Yıllar sonra partinin Kastamonu vekilinin Yassıada’ya gönderilmiş olması onu derinden etkilemiş ve ilerideki yıllarda oğluna politikaya atılmamasını vasiyet etmiştir.

Bu dönemde, arkadaşlarından Ertuğrul Nişancıoğlu ve eşi Mebrure tarafından, Nafıa Vekâlet’inde (Bayındırlık Bakanlığı) Demiryolları Baş Mühendisliği yapan İsmet ve eşi Hayriye’nin küçük kızı Perihan ile tanıştırılır.

Ertuğrul, Velit’in, Mebrure de Perihan’ın ablası Neriman’ın sınıf arkadaşıdır.

Perihan’ın ailesi o vakitler Yüksel Caddesi ile Adakale Sokak köşesinde otururlardı. Arka balkonları, Velit’in çatı katında oturduğu, Banu ablasının Adakale sokaktaki, bugün yerine yenisi yapılıp, Özer Apartmanı adını taşıyan binaya bakardı. Rivayete göre Perihan ve Velit birbirlerini evvelce de uzaktan görürlermiş.

Perihan, ortaokuldan sonra bugün adı TED Ankara Koleji olan Yenişehir Maarif Lisesi’nden mezun olur. Sevdiği kimya konusunda üniversite eğitimi almak ister. İTÜ İnşaat Mühendisliğinden İnşaat Yüksek Mühendisi olarak mezun olmuş mutaassıp baba, “erkek öğrencilerin yoğun olabileceği” o dal yerine ablasının devam ettiği Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümüne gitmesine izin vermiştir. Perihan, istemeden de olsa bu bölümü bitirecekti.

Velit ve Perihan’ı tanıştırmak için Nişancıoğlu çifti önceden plan yaparlar. Perihan ile Neriman ve eşi Kayhan’ı evlerinde çaya davet edecekler, Velit’de kapıdan uğrayıp Ertuğrul’dan bir kitap alacaktır. İlk karşılaşma bu şekilde gerçekleşir, birlikte çay içilir. İkinci buluşmaları ise, kısa bir süre sonra, aynı ekibin sinemaya gitmesi şeklinde olur. Perdede oynayan filmi kimsenin takip etmediği kuvvetle muhtemeldir.

Birbirlerini beğenen Velit ve Perihan çifti; kız isteme, söz kesme ve nişan törenlerini takiben 28 Temmuz 1950’de Ankara Halkevi binasında evlenirler. Velit bastırdığı davetiyelere ve zarflarına tek tek dolma kalemle ve zarif el yazısı ile isimleri yazar ve çoğunu elden dağıtır. Nikah için, davetlilerin çokluğu nedeniyle, Halkevi binasını kiralar.

1950 ile 1973 yılları arasında evlenenlerden olarak şanslıdırlar. Çünkü evlenirken günümüzdeki gibi “bitse de gitsek” türünden “karı koca ilan edilme”, “bir yastıkta kocama” temennileri ve ayaklara basmak gibi, evliliğin ilk adımında eşlerin birinin diğerine üstünlük sağlamasını isteyen bağnaz bir davranışın yerine getirilmesi hatta, belli düzey zekâ seviyesindekileri güldürebilecek esprilerin muhatabı olmadılar. Zira nikâhlarını kıyan, efendiliği ve ciddiyeti ile Ankara’nın o dönemde sembolü haline gelen, 13 Şubat 1973 tarihinde de vefat eden belediye nikâh memuru Müçteba Yetişen’di.

Müçteba Bey, nikâhlarını kıydıktan sonra evlilik müessesesine olan saygısını göstermek için ayağa kalkar. Velit, Peri ve birlikte tüm misafirler de onu takip edip ayağa kalkınca evlenme ritüelini;

“Bu tören ile şu dakikadan itibaren evlilik birliğiniz kurulmuştur. Birbirinize karşı bu birliğin devamını ve saadetinizi temin etmekle, karı koca yekdiğerine karşı sadakat ve müzaheretle mükellefsiniz. Çocuklarınızın iaşe ve terbiyesine beraberce özen gösterme sorumluluğunu taşıyacaksınız. Koca, birliğin reisidir. Karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi, ona aittir. Kadın müşterek saadeti temin hususunda gücü yettiği kadar kocasının muavini ve müşaviridir. Eve kadın bakar. Birliği koca temsil eder. Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkını haizdir. Evlilik birliğinizin vücut bulduğu bu andan itibaren Medeni Kanunumuzun tahmil ettiği bu mükellefiyetleri sizlere hayatınız devam ettiği müddetçe uyulması lazım gelen vecibeler diye hatırlatır, sizlere sıhhat ve saadetler dilerim.”

cümlesiyle tamamlar.

Düğün yemeği birlikte oturacakları evde hazırlanmıştı. Dekorasyondan, çiçeklere, sunulacak içkilerden ikram edilecek yemeklere kadar en ince ayrıntı Velit’in elinden geçmişti. Müzik de özenle seçilmişti. O gün birlikte ilk dans ettikleri ve ileride her evlilik yıl dönümünde dinledikleri, 78 devirlik bir taş plaktaki “day by day” melodisi onların aşkını anlatırdı sanki;

Day by day I’m falling more in love with you
And day by day my love seems to grow
There isn’t any end to my devotion
It’s deeper dear by far than any ocean

I find that day by day you’re making all my dreams come true
And (so) come what may I want you to know
I’m (that I am) yours alone, and I’m in love (in love) to stay
As we go through the years day by day

(I said, day by day)
(As we go through the years day by day)

Ertesi sene Selanik Caddesindeki evlerinde, Nisan ayında ilk meyvelerini aldılar. Peri kızının ismini Mina koymak hayalindeydi. Konuya dahil olmak isteyen bol olunca, ebe Dr. Mediha Eldem ortalığın kararsızlığını görüp, anneye bile sormadan Zeynep deyip göbeği kesiverir. Evde devam eden, hariçten karışanların masa başındaki tartışmalarının sonunda orta yol olarak Mina’da Mine olmuştu. İkinci Dünya savaşında da simge olarak kullanılan bu mine çiçeği onların da birbirlerine, “unutma beni” demesini sağlamıştı.

Velit annesini kaybettiğinde yıl 1954’dü. Onu da Feriköy Mezarlığında Aile Kabrine defnettiler.

O yıl Minneapolis-Moline Türk Traktör ve Ziraat Makinaları AŞ’de Mühendislik Dairesi Müdürlüğünü yapmaktaydı. Bu fabrikaya müracaat formunu doldururken 37 yaşında ve 1,66 mt boyunda olduğunu yazan Velit, hep “ömrüne bereket” diye teşekkür etme tarzıyla tadına vardığı Peri’ciğinin güzel yemeklerinden olsa gerek, kilosunu 80 diye belirtmişti.

Ev adresi o yıllarda değişti, kayınpederine ait bahçe içinde 2 katlı ev olan, Bayındır Sokak 45/1, Yenişehir, Ankara oldu. Dönemin Türkiye’sinde her evde bulunmayan, fabrikadaki görevi sebebiyle tahsis edilen telefonu da 27381 olarak kayıtlıydı.

Mahkemelerde yeminli bilirkişilik de yapardı Velit. Akşamları evinde raporları, taşınabilir siyah bir daktiloda yazarken, gürültü olmasın diye masanın üzerine katlanmış battaniye koymayı ihmal etmezdi. İlerideki yıllarda ülkede Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapacak olan ve kendine “İsfendiyar bey” diye hitap eden Süleyman Demirel ile çokça rapora birlikte imza atmışlardır. Siyasetle ilişkisi olmadığından ve mevkilerini siyasiler sayesinde elde etmediğinden sadece resmi veya yabancı misyona ait davetlerde karşılaşırlar ve saygı ile tokalaşırlardı. Süleyman Bey ile sohbetlerine her ikisinin de tanıdığı ve gerçekten saygı duydukları ortak dostları İbrahim Deriner de katılırdı. 1980 darbesinde alıkonulduğu Hamzakoy’dan evine döndükten sonraki günlerde kendisini yoğun olarak ziyaret edenlerden ayırabildiği bir vakitte Demirel, Velit’in kaybından duyduğu üzüntüsünü paylaşmak için aileyi bizzat aramıştır.

1956 yıllarının sonlarına doğru bir akşam Peri ve minik Mine, Velit’in eve davet ettiği misafirlere semaverde demlenmiş çay ve yanında sunulacak ikramları masaya bırakarak, üst katta oturan Peri’nin anne ve babasına giderler. Evlerinde yabancıların da bulunduğu bir toplantı yapılmaktadır. Sonradan öğrenirler yeni kurulan üniversitenin makine fakültesinin hazırlık çalışmaları olduğunu. Toplantı sonunda; Ankara, Türkiye bir üniversiteye daha sahip olmuştur.

Velit, 1 Mart 1957 de henüz barakalardan oluşan, Ankara, Müdafaa Caddesi 24 numarada bulunan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde de, 750 Lira ücretle Doçent kadrosunda öğretim görevlisi olarak, Metal Processing (metal işleme) dersini vermeye başlamıştı. Laboratuvarlar olmadığından dersler Erkek Sanat Okulunda yapılırdı. Mehmet Özusta ile o dönemde tanıştılar. Peri ile Mine, ilerleyen yıllarda, sonuç alamayacaklarını bile bile, Velit’e ara sıra öğrencilere iyi notlar vermesi için telkinde bulunurlardı.

Babası gibi girişimci bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen, nakdi sermayesi olmadığından ülkede o dönemde ihtiyaç olan kibrit fabrikası kurmak, yahut bacanağı ile benzin istasyonu açmak gibi fikirleri hep hayallerinde kalmıştı. Çocuk ayakkabılarını bakır kaplama işini ise sadece kendi çocuklarınınkilerde denemiş ve ailesinin geçimine fazlaca katkısı olamayacağı sonucuna varmıştı.

14 Eylül 1963’de Traktör fabrikasından 1.500 Lira ücretle ayrıldıktan sonra, Türk Standartları Enstitüsü’nde müşavir olarak göreve başlar. 1 Mayıs 1964’de Genel Sekreterlik görevine yükselir. Daha sonra 1 Temmuz 1977 yılında önce Erzurum’a tayin edilmesi ve emekli olmasına kadar kurumun Genel Sekreteri olur. Uzunca bir dönem Enstitüde başkanlık görevini yürüten Faruk Sünter başkanlığındaki Yönetim Kurulu ile birlikte çalışarak, kurumu 1971 yılında ISO (Uluslararası Standartlar Organizasyonu)’nun zirvesine çıkartmayı başarırlar ve o yıl ISO-Dünya Başkanlığını TSE yürütür.

Kurumdayken Faruk Sünter ile bir Amerika seyahatleri olur. Yıllar önce bıraktığı yere bu defa uçakla gider. Heyecanlıdır. Pan American uçağı ile New York’a inerler ama Faruk Sünter hastalanıp hastaneye kaldırılır. “Şehirde hava kararınca sokağa çıkmayın!” uyarısı yapılacak kadar tekin bir yer olmadığı söylenen New York’da, gündüz vakti, hastane içinde girdiği tuvalette bir zenci tarafından “kibarca” soyulur. Cüzdanının içinde o anda bulunan Türk Lirası ile birkaç Dolardan ibaret olan parasını oracıkta zorunlu hibe eder. Geçmişte Harlem’i kendisine gezdiren arkadaşlarının ve hayallerinde yıllarca yaşatmış olduğu o eski günlerin artık kalmadığını üzüntü ile öğrenir.

Bayındır Sokak 61 numaradaki kayınpederinin evi, yıkılıp yeniden yapılırken, Kızılırmak Caddesi 32/4’e taşınırlar. Komşu binadaki Ayşe Abla ilkokuluna başlayan Mine’ye, bu evde yaşarlarken, 1957’nin Temmuz ayında bir kardeş gelir. Kızıl Ahmet’ten bu yana aile geleneği olan bir nesil sonraki oğulun adı Ahmet kuralını Ağabeyi Halit nedense uygulamamıştır. Velit saydığı ve düşkün olduğu ailesinin kurallarına uyar ve adını Ahmet koyarlar. İlk çocuklarında olduğu gibi ikincisinin de göbek adında sorun yaşanır ama ebe Dr. Dilruba Utku emrivaki yapmaz kordonu keserken. Eve geldiklerinde Peri, Erdal olmasını istediğini söylerse de aradan biri “hardal” diye takılır. Zafer olsun derler. Dede İsmet dönemin gazetesini kastederek, “10 kuruşa” der. Muhtar ismi yükselir ama rağbet edilmez. Böylece göbek adı konulmaktan vazgeçilir.

Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesinden üç gün önce, 24 Mayıs 1960 da üniversiteye başvurarak traktör fabrikasındaki mevcut görevinin kendisinin kadrolu öğretim görevlisi olmasına engel olduğunu ancak, ücret almaksızın buna devam edebileceğini beyan eder. Bu isteğinin temelinde ülkesine ve insanlarına olan sevgisi yatar. İdealisttir. Aynı idealdir onu Amerika’daki profesörünün teklifine ret cevabı vermeye yönelten. Evinin de, iş yerinin de kapısı öğrencilerine ve çalışma arkadaşlarına daima açık olmuştur.

O yıllarda yaptırdığı sağlık tetkiklerinde kalp kapakçığında doğuştan var olan bir sorun tespit edilir. Onu bilen ve tanıyan hekimin; kalbini o güne kadar sorunsuz taşıdığını, ameliyat riskinin -dönemin imkânları içinde- çok büyük olduğunu belirtmesi sonucu, cebindeki “librium” haplarıyla yaşantısına eskisi gibi devam eder.

1970 yılında Peri’si göğüs kanseri teşhisiyle ameliyata yatar. Saydığı sevdiği arkadaşıdır, kardeşidir ameliyatı gerçekleştiren hekim Prof. Dr. Hilmi Akın. Ameliyat sonrası 45 gün Londra’da radyasyon tedavisi uygulanır, başarılı sonuç alınır. Peri’si, hem ona hem de çocuklarına olan sevgisiyle, 81 yaşında tekrar karşısına çıkacak bu melun hastalığa direnir, yaşama tutunur ve kazanan olur.

Yıllar içinde vücudunu yoran yüksek tansiyonu, bir süre sonra Velit’e bir gözünü kaybettirtmişti. Kapanan gözünün belli olmaması için güneş gözlükleri takar olmuştu.

1961 tarihinden 1979-80 dönem sonuna kadar her dönem ODTÜ makine fakültesinde, 1979 ve 1980 yıllarında da endüstri mühendisliği bölümünde yarı zamanlı ders verdi. 1978 yılından sonra, yılların tecrübesini öğrencilerine aktarmak için, Üniversitece de kabul edilen standardizasyon konulu dersi de verdi.

Öğrencilerini, hep meslektaşı olarak görmüş, kendilerini not ile terbiye etme zayıflığını gösteren biri olarak tanıtmamıştı. Bu durum, aralarında daha samimi duygular gelişmesinin yolunu açmıştı. Verdiği dersin dışında dertlerine ortak olup çareler aramış; kiminin sevgili, kiminin de hayat arkadaşlarını seçmesinde kendi fikirlerini açıkça söylemiş, meslek dışındaki hayat tecrübelerini paylaşarak onlara yararlı olmaya çalışmıştı.

ODTÜ’nün mezuniyet töreninin yapıldığı bahar ayında, tören devamında göle gidilmişti. Galiba Greyhound marka, “kasap arabaları” lakaplı otobüsler henüz bağışlanmamıştı. Bacanağının Vanguard marka otomobili ile ailece törene katıldıktan sonra göle gidilmişti. O gün talebeler hem diploma töreninden sonra hem de gölde belli aralarla, “alçaklara kar yağıyor üşümedin mi” diye o ilkbahar sonu sıcaklığında, sözleri imalı bir şarkı tutturmuşlardı dillerinde. Velit her duyduğunda kahkaha atarak gülüyordu zira onların çektiği sınav sıkıntısının bir boşalması olduğunu anlayabiliyordu. Günün bitimine doğru sağanak halde yağan yağmur ile bazı araçlar henüz çamur olan yola batmış, civar köylülerin traktörlerinin yardımı ile çekilmişti.

Kendi çocuklarının yaşamları boyunca ayakları üzerinde dik durmalarını istediğinden onlara yaklaşımı öğrencilerinden daha farklıydı. Tuttuklarını kopartmaları için kendi isminin arkasına sığınmamalarını istiyordu. Hoşgörülüydü onlara karşı ve sevecenliği ile yönlendirirdi. Katı bir baba olmamış, çocuklarına fiske bile vurmamıştı. Onun davranışında; kim olursa olsun verilen eğitimde sopanın yahut korkutmanın hatta azarlamanın yeri yoktu. Saygı duyulmasını sağlardı, bunu sakinliği ve yol göstericiliği ile gerçekleştirirdi. Bulunduğu konumdan, üstünlük sağlamaya çalışmaz aksine tecrübelerini aktarırdı.

Kendisi de gençlik heyecanı ile bir dönem bırakmış olmasına rağmen “sakal” karşıtıydı. Bıyığı ise vardı. ODTÜ’de talebeleri “kırmızı bıyık” lakabını uygun görmüşlerdi. Çağının gerisinde kalmış toplumlardaki kendini geliştirememiş, kabalığı, kabadayılığı şiar edinmiş insanların sakallı olmalarını örnek verirdi hep. Medeni erkeğin daima temiz, traşlı ve kibar olması gerektiğini söylerdi. Paltosunu omuzlarında tutanları da kabadayı özentisi olarak görürdü.

70’lerin ilk yarısında bir gece yatağında -daha sonra teşhis edilen- epilepsi krizi geçirmiş tüm aileyi endişeye düşürmüştü. Birkaç defa daha benzer krizler atlattığı ve bu hastalığın, ODTÜ’de derse gittiği bir kış gününde otomobilin buzda kontrolden çıkarak takla atması ile omuriliğinde, sonradan fark edilen, kaymalar sebebiyle olduğu söylenmişti. O gün yolda kazayı gören öğrencilerin bir kısmı programdaki sınavın iptal edileceğini hayal etmiş olsalar da Velit, sonradan başına açılacak bu dertleri umursamadan, hastaneye gitmek yerine derse girip sınavını yapmıştı.

O tarihlerde ODTÜ’nün kayıtlarında, Velit’in kaza sonucu ters dönen otomobilinden önce, bir başka bir ters dönen otomobil daha olduğu bilinmektedir. O da ABD elçisi Komer’in ziyaretinde, onu protesto eden öğrencilerin ters çevirip, yaktığı otomobildir.

Emekli olduğunda 60 yaşındaydı ve kendini yorgun hissetmekteydi. Ama birkaç temsilcilik teklifi almıştı yurt dışı firmalardan. Kendisine bir ABD helikopter firmasının temsilciliği önerilmişti. Bu konuda Amerikalı bir dostuyla yaptığı yazışmada bu temsilcilik için mesleki değil ama maddi gücünün yeterli olamayacağını anlatıp, henüz böyle bir düşünce ülkede mevcut değilken lisanslı üretim yapılması fikrini ortaya koymuştu.

Seksenli yıllara yaklaşırken Güney Afrika Cumhuriyeti ile ülkenin hiç diplomatik ilişkisi yoktu. Oradaki dostları kendisine fahri konsolosluk önermişlerdi. Çocukluk hayali olan bir görevdi diplomatlık ve onu heyecanlandırıyordu. Ne yazık ki bu defa da yaşam savaşı onu engeller.

İkinci bir ana yerine koyduğu en büyük ablası Banu’nun 1980 yılının ilkbaharındaki vefatı onu derinden üzmüştü. Cenazesinden dönüşte, evinin önündeki kaldırımda düşmüştü. O senenin zor günleri beklediğinin mesajıydı belki de.

Kızı o yaz, Almanya’ya tayin olmuş oturduğu ev kiraya verilecekti. Kızının arkadaşları bir tanıdıklarına aracı olmuşlardı. Kendini yorgun hisseden Velit, “Merkez Bankası memuru” sıfatını taşıdığı bu şahsa arada kızının bir arkadaşının da olması sebebiyle anahtarı verip, evi gördükten sonra geri getirmesini istemişti. Karakter yoksunu olduğunu geç fark ettiği Teoman ise, anahtarı alınca hukuk boşluğunu fırsat bilip eşyalarını eve taşımış, yerleşmiş, üstelik de kira da ödememekte ısrarcı olmuştu. Velit çocuğu yaşındaki birinin yaptığı bu dolandırılma olayını hazmedemedi. Buna rağmen kibarca konuştuğu aramalarına, ya geçiştirme yahut da cevap alamama durumlarıyla karşılık gördü. Bu durum onun sıkıntılı günler yaşamasına sebep oldu. Sonunda ilk kalp krizi onu yokladı. Hukuk boşluğunu fırsat bilip, Velit’e hak etmediği sıkıntıyı yaşatan ve sonunda da hayatını kaybetmesine sebep olan bu musibettir ve tüm ailenin lanetini kazanmıştır.

Ölümünden kısa bir süre sonra, bu musibetin hakkından, anlayabileceği bir tarz ile mukabele eden, genç yaşında dul bıraktığı Peri’si gelebilmişti. Ama giden geri gelmiyordu.

Eylül darbesinden sonra, 1980-81 dönemi başlamadan, fakülteden aldığı telefon onu, çok yeni geçirdiği kalp krizi sonucu dinlenmesi gerektiği yatağında, heyecanlandırır. İzin vermeyeceğini bildiği Peri’si de o anda evde yoktur. Endüstri mühendisliği bölümünden telefon ile gelen, “ders verebilir misiniz” sorusuna adeta uçarcasına, “evet” der. Sağlığını düşünmediği için Peri’si ona bu emrivakiyi yapmasından dolayı kızar. Mutluluktan uçarak kabul ettiği dersi ne yazık ki verme imkânını, doktorunun telkiniyle de, bulamaz. Yeni girilen kış aylarında Ankara’da soğuk geçmeye başlayan günler de derslere gitmesine elverişli değildir. Oyuncağı elinden alınmış çocuk gibidir, üzgündür.

Velit yeni çıkan her gördüğü yiyeceği daima evine getiren, birlikte yenilirken de; “eski ağıza yeni taam” diye günümüzde fazlaca bilinmeyen bir şükür ifadesi kullanırdı. Sahil şehirlerinde bile zor bulunan taze balıkların Ankara’da olması sebebiyle 29 Kasım Cumartesi sabah, henüz avm’lerin olmadığı Ankara’daki Sakarya Caddesi’ne alışverişe giden oğluna “belki çıkmıştır canım kalkan balığı istedi” der. Çok taze bir kalkan balığını afiyetle yer o gün öğlen. Bir süre önce zorunlu olarak bıraktığı, evvelce her akşam soda katarak 1-2 kadeh içtiği, Kulüp Rakı’sı yoktur yanında. Peri’sinin ona hazırladığı balık ve roka salatasının keyfine varmış “eski ağıza yeni taam” nidasından sonra O’na da her zamanki gibi, “ömrüne bereket” demeyi ihmal etmemiştir.

Ertesi gün saat 13:05 de gelen ikinci kriz sonucu son nefesini verir.

Kendi doğum günlerinden birinde Atatürk’ün ölüm gününü örnek göstererek; “büyük adamlar ya Kasım ayında doğarlar ya da ölürler” esprisini yapmıştı. Bu konuşmasında kimin aklına gelirdi Velit’in hem doğum ve hem de ölüm günlerinin Kasım ayı içinde olacağı.

Ülkemiz insanı, nedendir bilinmez, vefat günlerini anlamı içinde yaşayamaz. Her işinde olduğu gibi orada da acelecidir. Camiye yarım saatliğine taziyeye gidilir sonra herkes bir bahane ile ölenin yakınlarını esas yalnız bırakılmaması gereken yerde yalnız bırakır, kabristana gitmez. Çok kalabalık bir cami katılımından sonra kabristanda vefat edenin tabutunu taşıyacak kimsenin bulunmadığı anlar sıkça görülür. Bazıları bu durumu, “müslüman kokteyli” diye tenkit eder. Kabir başında görevli imam dua okumaya başladığında aile, ıstırabı ile birdenbire baş başa kalıverir.

Velit’in ebedi istirahatgahına uğurlanmasında, 3 Aralık 1980 günü Hacı Bayram Camiindeki öğle namazında sonra gidilen Karşıyaka mezarlığındaki kabrinin başında sevenlerinden oluşan alışılmamış bir kalabalık vardı. Bu, bilinen yavan defin işleminin dışında da son yolculukta yapılabilecek vazifeler olduğunu gösterir. Kabrine yerleştirildikten sonra duaya başlayacak imama, “hoca efendi sen hele biraz müsaade et” diye, gür ama üzüntüden titreyen bir ses yükseldi. Sesin sahibi siyah uzun paltolu ve fötr şapkalı, çok sevdiği dostu ve kardeş bildiği Kutbi Yücesümbül’dü. Sıra dışı olarak Velit hakkında yaptığı konuşma imamı şaşırtmıştı. Kendisi, dua ritüelinin dışında hiç görmemişti ölen fani hakkında ebedi istirahatgahına konulurken konuşulduğunu. O konuşmayı dinlerken imam, kendi düşüncelerinde bile evvelce kulaktan dolma ve peşin yargıyla vardığı aykırı şeyler duymuştu. Sayılan, sevilen Velit’e son görevini o da hakkıyla yerine getirmekten kaçmamış, kabirdekine dua vazifesini bu konuşma ardından artan bir saygıyla yapmıştı. O gün orada olanlar, nasıl etkilendiklerini daha sonra hep dile getirmişlerdir.

Onurlu yenilgiler alınmaya alışık olunan o yıllarda milli takım maçlarını ara sıra seyretmek dışında futbola pek ilgisi yoktu. Öğrenim yaşantısında, ailesindeki erkeklerin sahip olduğu ayrıcalığı tadamayan ve yakından tanışamadığı sarı ve kırmızı renklerle buluşması, 63 yaşını bitirip 64’ünden birkaç gün alarak girdiği mezarına dikilen fidelerin bir süre sonra açan tesadüfen sarı ve kırmızı renkli gülleriyle olur. Belki bilmediğimiz bir özelliği bizlere aktarılmak istenmiş olabilir. Mezara dahi saygısı olamayanlar, daha sonra o sarı fideyi oradan çalma başarısını sergilemişlerdir.

Bugün, 2008 yılından beri, kendisine ebedi âlemde 28 yıl sonra kavuşan Peri’siyle yan yana yatmakta.

Nurlar içinde yatmalarını dilediğimiz Velit ve Peri’nin mekânları cennet, Tanrı’nın rahmeti daima üzerlerinde olsun.

Sarı Kırmızı Gül